3 Mayıs 2018 Perşembe

Korkmadığım için korkuyorum

Siyah Beyaz Aşk 20. bölüm yorumu
'Korkmadığım için korkuyorum' 

Aslı abisini özlüyor, daha da çok özleyecek. Aslı'nın acısı var ve bu acı hiç geçmeyecek. Biraz gözlerini kapatacak oluyor, anılar olmasa rüyalar üşüşüyor Aslı'nın zihnine. Gecenin bir yarısı özlem, acı, vicdan azabı ve sorgular bir arada. Oysa bazı geceler soru sormak için hiç de uygun değildir, bazı geceler yalnızca ağlamak ve zehrini boşaltmak içindir.

Cem ve Aslı son zamanlarda anlaşmazlıklar yaşıyordu, bu anlaşmazlıkların zirveye çıktığı bir noktada, Aslı'ya biraz bozuk, biraz kırgın olarak binip gitmişti arabasına Cem ve Aslı'nın aklında kalan son sahne de bu oldu haliyle. Aslı nar ayıklıyordu rüyasında, Cem ise bir şeyleri Aslı'ya hiç yakıştıramıyordu. Cem tribini atıp odadan çıkınca Aslı dönüp ellerine baktı, elleri kırmızıya bulanmıştı. Nar ve kan alegorisine bayıldım. Aslı son derece masum bir işle uğraşıyordu rüyasında, ama sorularla uyandı yine de. Çünkü Cem'in neyi kastettiğini rüyasında anlamadı ama gerçekte biliyordu. Ferhat'a "Korkmadığım için korkuyorum" dediği şeydi sorun. Eline silah almanın, bir insana ateş etmenin, ateş eden kişiye yardım etmenin ve sonra hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmenin nar ayıklamakla aynılaşmasıydı sorun. Ferhat'ın yanındayken hiçbir şeyden korkmamanın, bu kaosu kanıksamaya dönüşmesiydi sorun. Ve Aslı'nın sorgulamaları bununla kalmayacaktır.

Abisini özleyen ve sorulara boğulan bir tek Aslı değildi. Ama Aslı'nın aksine Yiğit, rüyasında sorular değil yanıtlar buldu. Necdet Aslan yine gülümseyişiyle içimizi açtı, insanlığıyla da kederimizi dağıttı. Onu gördüğümüz bütün sahnelerde ortak olan bir şey var: Necdet, çocukları için çok sağlam bir kerteriz noktası. Ne zaman yollarını kaybetseler, ne zaman akıllarına düşen soruların yanıtını bulamasalar, ne zaman çıkışsız hissetseler yolu aydınlatıyor, olasılıkları değerlendiriyor ve olması gerekeni işaret ediyor. Ve bunları öyle naif, öyle samimi bir biçimde yapıyor ki, değil direnmek, gösterdiği yolun doğruluğundan kuşkulanmak, kendi öz fikriymiş gibi sahiplenebilir insan. Necdet'in anlattığı hikâyelerin güzelliği kadar, Gökhan Soylu'nun bu kısacık sahneleri defalarca izlenecek kadar büyüten, derinleştiren incelikli yorumu da bu etkide pay sahibi. Hiç sakil durmayan hafif bir şive, yumuşak bir ses tonu, minimal hareketler ve izleyende karşılık verme isteği uyandıran bir tebessüm. Keşke her bölüm görsek, sık sık dinleyebilsek hikâyelerini... Bu arada, cast seçimine bir etkisi oldu mu bilmiyorum ama Gökhan Soylu ile Deniz Celiloğlu arasındaki fiziksel benzerlik de insanı gülümseten türden.

Yiğit'in rüyasındaki alegori biraz daha kolay anlaşılıyordu, zira hem Necdet iyi bir kılavuzdu hem de Yiğit'in sorusu kolay yanıtlanır bir soruydu. Suna'nın da dediği gibi, kime "abi" diyeceğine kanın değil, kalbin karar verir. Babanızın başka insanlar olması bunca yıllık kardeşliği rafa kaldırmaz. Kaldı ki, başka hiçbir bağınızın olmadığı birini de kardeş edinip sevginizi çoğaltabilirsiniz.

Bunu Ferhat'a söylemek konusunda Suna ve Aslı ile aynı şeyi düşünüyorum, ama Ferhat yıkılacağı, hem babasını hem de kardeşlerini kaybedeceği için değil. Onları kaybetmeyecek, kaybedemez zaten, ama bu başka bir hikâye. Ben de Ferhat'ın hayatında olsam bu sırrı ona söylemeyenlerin yanında olurdum, zira bu onların sırrı değil. Ferhat bu gerçeği yalnız ve yalnız Yeter'den öğrenmeli, Namık'tan bile değil. Öğrendiği zaman, bunu bilenlere kırılacaktır, haklıdır da, ama saklayanlar da eşit derecede haklıdır bence.

Esas mesele biyolojik babasının Necdet değil Namık olduğunu öğrenmesi değil, Necdet'in katilini azmettirenin Namık olduğunu öğrenmesi olacak. Ama bunun için biraz daha vaktimiz olduğunu düşünüyorum. Bence, Aslı'nın yaptığı sorgulamaları Ferhat'ın da yapması gerekir öncelikle. Ellerini temizlemek, geçmişini temizlemek gibi kararlar verdikten sonra bunu öğrenmesi daha büyük katkı yapar hikâyeye. Şu anda öğrense nasıl davranabileceğini biliyoruz Ferhat'ın, bunu bilmediğimiz bir noktada öğrenmeli, o zaman yeniden başlayan bir hikâyemiz olur.

"Erkeğin kararmış kalbine, çiçek açtırmaya yemin etmiş bir kadın düşer. Can alan el, hayat veren elle buluşur. Aşk en olmazı oldurur. Çünkü aşk bütün kötülükleri temize çeker, değiştirir, iyileştirir!" Böyle başlamışlardı anlatmaya hikâyemizi, beklentim bundan fazlası değil.

Repliklerin kıyısına köşesine ufak tefek itiraflar iliştirmişler bu hafta.

Bölümün hemen başında, ayaküstü çay içerlerken Dilsiz'in "Uykumu kaçıran şeyler var" deyişine Hülya, çok güzel, mahcup bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bu bölümdeki diyalogları bununla sınırlı kalsaydı da bu sahneyi buraya yazardım emin olun, çünkü onların böyle ufak ufak adım atmalarına bayılıyorum.

Dilsiz vurulunca başka başka diyaloglar da duyduk, gündelik ama özel diyaloglar. Dilsiz'in Handan Hanım'ın karşısında - belki de bir laf yemekten korkarak - uzanıyor olmaktan çekinmesi çok sahici, çok bizdendi, televizyonda da pek rastlamadığımız türden bir incelikti. O salonda, ansızın büyüyüp görünür olan bir Hülya izledik bu sayede. Handan'ın ya da İdil'in söyleyebileceklerinden çekinmedi, Dilsiz'in canının yanmasını her şeyin önüne koydu ve Dilsiz'in kalkmasına engel oldu Hülya.

Dilsiz'in küçük itirafı ise Hülya ile baş başa kalınca geldi. Böyle ilgilenilmeye, yemeğinin ayağına getirilmesine alışık olmadığından, "Ben vurulayım ara sıra ya," dedi şaka yollu, arkasına da "Vurulduk ya zaten." cümlesini iliştiriverdi. Hülya da durur mu, "Tövbe de Ramazan." dedi bunun üstüne. Dilsiz'in şaşkınlığı uzun zaman geçmedi. 'Dilsiz Abi' ile başlanan yolculukta, 'Ramazan' durağına gelinmişti çünkü. Sevdiğinin ağzından kendi adını duyduğun ilk an büyülü bir andır. Bu yüzden Dilsiz'in gülümsemesi için Hülya'nın odadan çıkmasını beklememiz gerekti.

Azad'ın Yeter'i kurtarmak için araştırma yapması, sonra Adliye önünde o çıkana kadar beklemesi, bize anlattığı gençlik hikâyesini hatırlattı bana. Yıllar boyunca Yeter'i izleyen ve bekleyen Azad, Necdet öldüğünde neredeymiş, ne yapıyormuş acaba? Ondan bir beklentimiz olması ona haksızlık olur, kabul ediyorum, ama böyle inatla, tutkuyla beklemiş birinin o sıralarda ne yaptığını sorabiliriz yine de.

Serbest kalan Yeter'in kapıda yalnızca Azad'ı bulması çok acıklıydı aslında, ama Yeter, Azad'ı çok güzel biri gülümsemeyle karşıladı ve onunla geçirdiği süre boyunca da gülümsemesini yüzünden hiç düşürmedi. Ve yemek sırasında öyle bir laf etti ki, işte bu, dedim, bu da Yeter'in itirafı. Önce güven konusunu açtı, sonra da Azad'ın güven telkin eden cümlelerine "Biliyorum" dedi, "Nerden bildiğimi bilmiyorum ama biliyorum." İtiraf gibi itiraf. Bunca sene tek taraflı bir aşkı sürüklemiş bir kadına, kendisine benzeyen, sessizce bekleyen biri elbette güvenilir ve çekici gelecekti, geldi de.

Yiğit, Yeter'e 'anne', Ferhat'a 'abi' diyerek pek de gizli olmayan itiraflarda bulundu ve bunlar da hak ettikleri gibi coşkuyla karşılandılar; gözler doldu, kollar birbirini sardı ve muhtemelen geçen zamana iç çekildi. Ama Yiğit'in asıl itirafı, Suna'ya söylediği "Yıllarımı aldı benim, özlemi öfkeye çevirmek." cümlesiydi. Bu bir itiraftı, çünkü büyük bir özlemi gizlemeyen bir öfke, zamanla gücünü ve varlığını kaybedebilirdi, oysa Yiğit'in öfkesi ilk günkü gibi tazeydi. Daha ikinci bölümde şöyle yazmıştım: "Öfkesi böyle taze olduğuna göre Yiğit için aile konusu henüz kapanmamış." Yiğit, abisini her gün daha da çok özlediğini, özlemini bastırmak için öfkeye sığındığını itiraf ederek onayladı beni.

Ferhat'a kızgın olmasıyla Ferhat'ın babasının Necdet olmadığını öğrenmesi arasındaki bağlantıyı ben kuramadım. Bu nedenle abisine sarılmaya yer arıyormuş diye düşünmedim de değil. Ama sebep ne olursa olsun o kucaklaşma dünyalara bedeldi, orası kesin. Dışarıdaki abisine pencereden el sallayan kişi, savcı olmuş, çoluk çocuğa karışmış Yiğit değil, abisi tarafından terk edilen, tıfıl Yiğit'ti.

Ferhat'ın itirafı tek kişilikti, Aslı duymadı maalesef ama biz duyduk. İzlemeye, görmeye başladığımız şeylerin gerçekliğinden; en önemlisi de Ferhat'ın bütün bunların -Aslı'nın kendisini hangi koşullarda, kendisine ve Ferhat'a rağmen sevdiğinin- farkında olduğunu gördük.

Bütün bunları bilse bile, yine de kaybetmekten, terk edilmekten korkan küçük bir çocuk olduğunu da gördük Ferhat'ın. Hikâyenin başında Aslı'nın Ferhat'la kalmaya ses çıkarmama sebebi Cem'di, malum. Şimdi Aslı eğer Ferhat'la kalacaksa, yalnızca kendisi istediği için olabilir bu. Ve bunun için Ferhat'ı sevmesi yeterli olmayabilir, diye düşündü Ferhat, çünkü Aslı ona "Sen severken de öldürürsün" demişti bir zamanlar. Şimdi Ferhat dönüp soruyor, "Sence ben severken öldürür müyüm?" diye, masanın altında bacaklarını gergin gergin titretirken. "Beni terk edecek misin?" sorusuydu bu, bana kalırsa. Aslı'nın cevap verememesi de sorgulamaya devam ettiğinin işareti. Ama "Terk etmeli miyim?" sorgulaması değil bu, "Bu koşullarda nasıl devam ederiz?" sorgulaması. Ya sev ya terk et değil; birlikte yaşamayı nasıl başarırız meselesi. Dolayısıyla Namık'ın söyledikleri, Ferhat'ın korktukları ve Aslı'nın düşündükleri aynı şeyler değil.

Namık'ın itirafı yazık ki bir sevgiyi ifade etmekten çok uzaktaydı. Aksine, Yeter'in kendisine duyduğu aşka nasıl güvendiğini ve bu aşkı nasıl pervasızca kullandığını gösteriyordu, nezarethanede kurduğu her bir cümle ile. Her fırsatta incitmekten çekinmediği kadın, bir kez olsun bu aşkla hareket etmediğinde nasıl dünyası başına yıkılacak, kendisi düşerken o kadını da sürüklemeye çekinmeyecek kadar zayıf ve karaktersiz olduğunu itiraf ediverdi Namık, tek nefeste.

Yiğit'in rüyasıyla ilgili dikkatimi çeken bir diğer nokta, "Ben yem versem ne, vermesem ne, o gider, toprağı eşeler, bir solucan bulur." cümlesi. Burada Yeter'i ezmemiş, üste çıkmamış, yaptıklarını onun boynuna borç etmemiş, sadece ve sadece sevgi vermiş bir adam gördüm ben. "Ben olmasaydım, Yeter'le evlenmeseydim bile Yeter çocuğunu besleyip büyütmenin bir yolunu bulurdu," dedi sanki bu cümle ile.

Aslı'nın mide bulantıları devam ediyor, bu da ben ve benim gibileri tedirgin etmeye devam ediyor. Şu kaosun içine bir bebeğin gelme ihtimalinin ürkütücülüğü bir yana; 30 yaşını aşmış insanların korunma yöntemlerini biliyor ve uyguluyor olmalarını diliyor, eğer bir gün bebek sahibi olacaklarsa bunu planlayarak yapmalarını bekliyoruz. Bence haklıyız.

Cüneyt'in hem eve hem de Ferhat ve Aslı'nın üzerine eşzamanlı olarak adam salmasını anlayamadım. Zaten Cüneyt'in yaptıklarının büyük çoğunluğunu anlamıyorum. Silahlı adamlarla dolu bir eve yalnızca iki kişinin, birkaç ufak silahla saldırmasındaki tuhaflığa ne demeli? Yerli dizi evreninde ne baskınlar, ne ev taramalar gördük biz, taş taş üstünde kalmadı. Öyle olsaydı demiyorum ama, bu neydi ve Cüneyt'in kendi kumaşından seçtiği o iki beceriksiz hem Abidin'i hem de Dilsiz'i yaralamayı nasıl becerdi?

Ev taranırken Vildan, bebeği düşünüp direkt Gülsüm'ün yanına koştuğuna göre, haftalardır gıyabında bile konuşulmayan Özge'nin evde olmadığını düşünebiliriz. O yaşta bir çocuk yatılı okula da verilemeyeceğine göre acaba Özge nerede?

Bu hafta, Yiğit'in evinin önünde Ferhat'la Yiğit'i fotoğraflayan ojeli eller gördük. Cem'i öldüren palyaço ile Aslı'nın evinde dolaşanın aynı kişi olduğundan ve o kişinin kadın olduğundan hepimiz emin gibiydik, kadın olduğundan emin olduk. Ama kim olduğu konusunda benim bir tahminim yok, tek bildiğim, Aslı'nın ailesinden biri olmasını kesinlikle istemediğim.

İdil Handan'a benzemeye başladığından beri Vildan da daha şüpheci oldu. Annesiyle İdil'in bütün konuşmalarını manidar bakışlar atarak izliyor, ortama Cüneyt de girince kahkahalara sebep olan laflar ediyor. Adım adım büyüyen bir karakter oluyor Vildan, severek izliyoruz.

Baştan beri severek izlediğim kişi ise elbette Suna. O konuşurken serin bir rüzgâr esiyor saçlarımın arasından, ben dökülen sonbahar yapraklarını izlerken kahvemi yudumluyorum, sevdiğim bir şarkı çalıyor fonda... Öyle bir etkisi var üzerimde. Bazen tebessümle, bazen gözyaşıyla izliyorum ama her sahnesinde aklımdan geçen şey, Suna'yla tanışsam, oturup uzun uzun konuşsam düşüncesi oluyor. Hani bazen hiç tanımadığınız birine bütün hayatınızı anlatıp rahatlamak istersiniz ya, Suna'yı tanıyorsanız tanımadığınız birine ihtiyaç duymazsınız içinizi dökmek için. Çünkü o sizi önyargılarıyla dinlemiyor, kalbiyle dinliyor ve yaranızı görüp oradan ses veriyor. Onun söylediklerinde haklı olduğunu anlamak için düşünmeniz değil, içinize bakmanız gerekiyor. Sizi güzel gösteren, ama bakmayı unuttuğunuz bir aynayı tutuyor size. Suna iyi ki var...

Yeter'in İdil'in doktoruna gidip onu konuşturması ve bu konuşmanın kaydını alması güzel hareketti. Gelip bunu İdil'in yüzüne vurması da öyle. Ama İdil'de de Yeter'in bir sırrı var. Yeter bundan çekinmedi, çünkü artık korkacak bir şeyi kalmadı. Yeter'e karşı kuyruğu dik tutmaya çalıştı ama sırrı ortaya döktüğünde İdil'in de kaybedecek bir şeyi kalmayacak, bu durumda, Namık'ın ilgisini kendi üzerinden çekmek için bile Yeter'in sırrını söyleyebilir Ferhat'a. Olaylar nasıl gelişirse gelişsin bu sırrın İdil'in ağzından dökülüp yayılacağı çok belli. Umarım yanılırız.

Bu arada, Yeter hakkında ifade vereni bulan Azad Baba Ayhan'ın nereye gittiğini de araştırıyordur inşallah.

Ferhat'ın oteldeki çatışmada sıkıştırdığı adamın elindeki tebeşir lekesi, bilardo salonuna baskın üstüne baskın ve şans eseri bile olsa defalarca kurtulan Cüneyt, sonra cebinden bilardo tebeşirinin düşmesi, Şahin'in adamından çıkan kurşunla Cem'i vuran kurşunun aynı silahtan çıkması falan bana biraz zorlama gelen sahnelerdi, belki de akışın sürekli kesilmesinden dolayı ama nihayet Cüneyt'in kuyruğundan tutulmuş olmasına şükrediyorum yine de. Aslı aydınlanmasını yaşarken Cüneyt'in gevşek gevşek Şahin meselesinden bahsetmesi de tuhaftı mesela ama adam şerefsizin teki olduğu için hiçbir şey sakil durmuyor üstünde, o ayrı.

Bölümün başından sonuna kendini sorgulamış olan bir Aslı o tetiği çekmez bence, muhtemelen kendini sorgulamaya devam ettiği bir hayali gördük biz. Tetiği çektiyse de isabet ettirmemiş olmasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Cem'in ölümüyle Aslı da siyahlara büründü, dikkatinizi çekmiştir. Benim aklımdan şöyle bir şey geçiyor, bir zamanlar "fazla renklisin" dediği Aslı'nın böyle siyahlara bulanması Ferhat'ın dikkatini çekse, onu eski rengine kavuşturmak için kendisi de siyahlarından biraz olsun ödün verse, birlikte renklenseler...

(Bu yazı ilk olarak 5 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: