3 Mayıs 2018 Perşembe

İyi ki doğdun Leyla ile Mecnun!


İyi ki doğdun Leyla ile Mecnun!
Bu afişe İsmail Abi'yi koymayanlar utansın!

Çok değil, 7 yıl kadar önceydi… Yerli dizi sürelerinin 160 dakikaya dayandığı bugünden bakınca yıldızlar kadar uzakmış gibi gelebilir ama dizilerin 70-90 dakika uzunluğunda olduğu ve prime time'da iki kuşak dizi yayınlanabildiği zamanlardı. Sosyal medyanın hayatımıza yeni yeni girdiği ve bir fısıltı gazetesi işlevini gördüğü zamanlardı. Twitter'ın bugünkü kadar bilinmediği, dizilerin her bölüm kendilerine etiket (hashtag) seçmediği,* dolayısıyla Twitter'da gündem olmanın ancak kendiliğinden gelişen bir şey olduğu zamanlardı.

Çok değil, 7 yıl kadar önceydi, 9 Şubat 2011 tarihinde TRT 1 ekranlarından bir kıvılcım düştü içimize, böylesine alevlenip büyüyeceğini, unutulmazlardan olacağını hiç düşünmediğimiz...

Büyük beklentilerle yola çıkmamıştı, büyük iddiaları yoktu, bir süredir pek de izlenmeyen TRT'ye yeniden seyirci kazandıracağı ve hatta o güne dek çeşitli yollarla ödenmiş TRT paylarının helal edilmesine neden olacağı muhtemelen kimsenin aklına gelmemişti.

Televizyonun bize büyük aşkları, mutlu sona yazgılı masalları, şatafatlı hayatları, kusursuz iyileri, sınır tanımayan kötüleri ve tüm hikâyeleri en estetize edilmiş haliyle sunmayı vaat ettiği yapay bir ortamda, en olağan ve gerçekçi haliyle ekranlarımızdaydı. Eve girerken ayakkabısını çıkarıp terliklerini giyen karakterin, içine göçen terliği giyemeyip öfkelenişini de gördük, esas oğlanın perde takarken omzunun tutulmasını da. Buna karşılık, astral seyahatten çölde soğuk su aramaya, saatli maarif takviminin içine düşmekten rüyasına giren ak sakallı dede ile "koyniş koyniş" yatmaya, Dostoyevski ile ev arkadaşı olmaktan zamanda yolculuk yapıp bizzat Fuzulî'den ayar almaya pek çok gerçeküstü temayı da gördük ve hiç yadırgamadık. Çünkü gerçeküstü olanın gerçeğe en çok yaklaştığı yerde hareket ediyor ve bütün varlığıyla umut veriyordu.

Kazananların değil, her denemede kaybedenlerin, yine de denemekten vazgeçmeyenlerin ve yenilgilerinden illâ ki ders almak zorunda olmayanların hikâyesiydi. Alametifarikası bu tür klişelere sırtını dönmekti, kendi çölünde kaybolanların hikâyesiydi çünkü.


İlk bölümün yaklaşık 15 dakikasını brit peşinde koşmaya ayıracak kadar yeni ve iddiasızdı.

Zamanla kendine, gündelik yaşamdaki etkisini hâlâ koruyan bir dil yaratan ve mütevazı hikâyesini bu kendine özgü dille anlatan, bolca gülen ve güldüren ama ağlamak ve ağlatmaktan da geri durmayan, edebiyatın ve sinemanın kült eserlerinin yanı sıra ortak hafızamızdan ve popüler kültürden de beslenen, iyiye iyi, kötüye kötü demekten çekinmeyen, TRT ekranından bizzat TRT'yi eleştirebilen, internetime dokunma, yerli dizi yersiz uzun gibi güncel isyanlara destek veren, sansüre karşı kendi orijinal çözümlerini geliştiren, kendi bant reklamını, ürün yerleştirmesini, kamu spotunu kendisi yapan, her şeyiyle bambaşka bir diziydi. O kadar farklıydı ki, ekranın bir diğer farklı işi olan Behzat Ç. ekibiyle yaptıkları, yerli ekranın en sağlam ortak bölümü (crossover), Behzat Ç. izleyicisine bile bir tuhaf gelmişti.

103 bölüme yedi (rakamla, 7) Leyla sığdıran ve Mecnun'u defalarca yakan, aşkı da acıyı da, Mecnun'un sevmesini de ölmesini de içimize kazıyan, gerektiğinde arabesk olmaktan (ve ötelenmekten) hiç çekinmeden kendi sözünü söyleyen bir hikâyeydi ve çöle düşürdüğü Mecnun'una bizzat Fuzulî'nin ağzından "Sende Mecnunluk istidadı yok" dedirtecek kadar ne olduğunun (ve ne olmadığının) farkındaydı.

Shakespeare'den Edgar Allan Poe'ya, Leonardo Da Vinci'den Hipokrat'a pek çok büyük insana yer verdi, pek çok iyi kitabı, şiir ve şairi konu etti ve genç seyirciye tanıttı, yıllarca televizyondan uzak durmuş bir kesimi yerli dizi izlemeye, yerli dizi seyircisini de gönderme avcılığı yapmaya alıştırdı.


Murat Menteş'in şahane romanı Dublörün Dilemması, L&M içinde gördüğümüz pek çok kitabın ilkiydi. 

Hiçbir zaman "reyting rekorları" kırmadı ama yayınlandığı dönemde en çok konuşulan, gündemi en çok işgal eden dizilerden biri oldu. Reyting ölçümleme sistemi ve seyirci paneli bambaşkaydı ve 103 bölüm süren dizinin yalnızca 18 bölümü reyting sisteminde yer alabilmişti** ama konumuz hiçbir zaman reyting olmadı zaten. O, kendi bambaşkalığı ile fenomendi.

"Burası bir bakkal, kahve değil"le başlayıp "Çay, Erdal Bakkal'da içilir"e evrilen Erdal'ıyla, renkli bir hayatın peşinde, rengarenk giysileriyle farklı farklı maceralara gözü kapalı atlayan İsmail Abi'siyle ('Abimmmm'), taksisini vurdurmakla başlayan sıradan yaşamı uzay gemisi vurdurmaya kadar varan hepimizin babası İskender'iyle, akıl vermeyi, deva olmayı beceremeyen ak sakallı dedesiyle, sevdiğine sahilde şiirler okuyan Yavuz'uyla, sürekli değişen ve böylece bizleri hayatla ve aşkla defalarca sınayan Leyla'larıyla, oyunları bozamayan, kendi oyunlarında baş kahraman olmayı da beceremeyerek hepimize ayna tutan, dostumuz olan Mecnun'uyla ve tüm diğer orijinal karakteriyle hem çok tanıdık, hem de bambaşkaydı.

Beyaz perdeden beyaz cama geçisi daha önce olsa da, Onur Ünlü'yü televizyon seyircisine tanıtan işti Leyla ile Mecnun ve Ünlü, daha ilk bölümde göstermişti sinematografik bir dilin televizyonda da kullanılabileceğini. Yoğun ve zeka dolu diyaloglarına rağmen hiçbir zaman didaktik olmadığı gibi sırtını da bu diyaloglara hiç yaslamadı, yaptığının görsel bir iş olduğunu hiç unutmadı.


Şu sahnedeki dengesizlik ve denge, senaryoda sayfalar sürebilir ve konu yine de tüketilemeyebilirdi. Bu da Onur Ünlü farkı.

Adını bu toprakların en büyük aşk öykülerinin birinden alıyordu ama hiçbir zaman yalnızca aşkı anlatmadı, yalnız aşktan beslenmedi. Aşk, tıpkı hayatta olduğu gibi, birçok meşgalemizden yalnızca biriydi. Bütün yollar ondan geçiyor ya da ona varıyordu ama insanı aşktan ve onun hallerinden bezdirecek kadar içine düşmedi hiç aşkın.

Elbette kişisel tarihlerimize de unutulmaz izler bıraktı. Ben hatırlayamadığım yaşlardan beri televizyonda yerli dizi izlerim, izlediğim dizilerin sayısı yüzlerle ölçülür, ama Leyla ile Mecnun kadar bağlandığım, dünyaya bakışımı etkileyen dizi sayısı azdır. Benim için insanlar, Leyla ile Mecnun izleyenler ve izlemeyenler diye ikiye ayrılır. İzleyen insanlarla kolayca yakınlaşır, ortak bir dili çabucak bulurum. İzlemeyenlerle çeşitli iletişim problemleri yaşar, bazen anlatmak istediklerime referans bulmakta zorlanırım. Benim kadar tutkun olmasa da izleyenlerin fikirlerine önem verir, izle dediklerini izlerim. İzlemeyenlerin tavsiye ettikleriyle ilgilenmem bile.

İsmail Abi'nin "çay veren insan hiç kötü olur mu" argümanı, "Leyla ile Mecnun izleyen insan hiç kötü olur mu?" şeklini alır bende, kötülüklerle dolu bu gezegende fazla naif bir inanç olduğunu bilsem de.

Leyla ile Mecnun'u zihninde yaratan ve onu haftalar boyu kağıda döken Burak Aksak, işsiz ve parasız kaldığı bir dönemde bu hikâyeyi kurguladığını ve yazmaya başladığını defalarca anlattı. Bu hikâyeyi her duyduğumda içim bir parça cız etse de iyi ki o zor günleri yaşamış demekten kendimi alamıyorum. İyi ki kendini çıkmazda gördüğü bir zamanda Mecnun'u düşlemiş, ona deva ararken bir ak sakallı dede yaratmış ama yine de deva bulamamış, iyi ki bu proje kapı kapı dolaşıp nihayet TRT'ye varmış, iyi ki kanal koordinatörü Bülent Ata bu işe inanmış ve Aksak'ın yolunu Onur Ünlü ile kesiştirmiş, iyi ki sıkıntılı günlerden, milyonların sıkıntısına yoldaşlık edecek bir hikâye çıkmış. İyi ki okuyan, düşünen, izleyen, büyük eserler ve büyük isimlerle beslenen bir insanmış ve kalemini bizden esirgememiş.

Çoğu zaman yazdığım yazılara başlık bulmakta zorlanır, uzun uzun düşünürüm klavye başında. Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde başlık hazırdı, ana fikriyle beraber: İyi ki doğdun Leyla ile Mecnun, iyi ki varsın!

*Marketing Türkiye verilerine göre yerli dizilerde Twitter etiketi uygulaması Mart 2012'de başladı.
**TRT, Ocak 2010'da çekildiği reyting sistemine Şubat 2013'te geri döndü ve Leyla ile Mecnun'un ilk olarak 86. bölümü reyting listesinde yer aldı.

(Bu yazı ilk olarak 9 Şubat 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: