3 Mayıs 2018 Perşembe

Ölüm uzak sanıyoruz...

Siyah Beyaz Aşk 19. bölüm yorumu

Ölüm uzak sanıyoruz...

Bu hafta aksiyon azdı, bazı sahneler çok uzunken bazıları ışık hızıyla geçti. Olan biteni kısaca anlatmak istesem birkaç cümle yeter belki. Ama kalbime dokunuşu yine çok özeldi. Cem'i baştan beri sevmedim, yalan değil, ölmesini de çok istedim. Ama Aslı'yla beraber uzun uzun ağladım da arkasından. Çünkü acıyı yaşama biçimi çok sahici, çok tanıdıktı Aslı'nın.

Bölümden sıkıldığını söyleyen arkadaşıma, "Ağlasaydın sıkılmazdın," dedim, "Cem'in gidişine mi ağlayayım, kör öldü badem gözlü mü oldu?" dedi. Haksız diyemem, Cem, arkasından ağlanacak bir adam değildi seyircinin gözünde. Ama üzülen, ağlayan da haksız değil, Aslı'nın acısına tanıklık etmek de kolay değildi. Bundan sonra neler olacağına konsantre olanların neden sıkıldığını anladığım gibi bölüm boyunca kirpikleri kurumayanların halini de anlıyorum. Hikâyenin nasıl bir yol izleyip nereye varacağını çok merak ediyorum, ama bu yolları kat ederken rastladığımız küçük hikâyelerde verilen molaları da bir o kadar önemsiyorum. Ve yazarın esas becerisinin birkaç cümleye sığdırılan o hikâyelerde saklı olduğunu düşünüyorum. Bundandır ayrıntıların peşinde koşuşum, bundandır hemen yazmak yerine zihnimdekileri demlendirme gayretim.

"Sürekli ölümden bahsediyorum," diye özür diledi ya Aslı, en çok orada yandı canım. Birdenbire bütün cümleleri geçmiş zaman kipiyle kuruyor olmakta insanın canını acıtan bir taraf var zaten, ama bir de, bütün o cümleleri sil baştan kurmak, ölen kişiye dair hikâyeleri yeni baştan anlatmak istiyor ya insan, daha nasıl büyüyebilir bir acı? Henüz Ferhat'a anlatmadığı ne çok hikâyesi vardı, yeri geldikçe paylaşacaktı belki. Ama o yer aniden geliverdi, Aslı'nın da aklına geleni boca etmesi gerekti Ferhat'ın üzerine. Belki o anıları belleğinde tazelemek istedi, belki Ferhat'ı da oraya eklemek, belki biraz kırgın ayrıldığı abisiyle ilgili anılarını temize çekmek... Aslı her fırsatta konuştu, anlattı. Ferhat'a anlattırdı kendi tecrübesini, Dilsiz'e sordu onun yarasını… Ve anladı ölümün herkesi eşitlediğini, ölüm acısının kalanları hep aynı yerden vurduğunu ve o yaranın hiç geçmediğini…

"Ölüm uzak sanıyoruz ya," dedi Dilsiz, öyle değil, demek isteyerek ve çok haklıydı. Başımıza hiç gelmeyecekmiş gibi yaşıyoruz, her şeyin özrünü dileyebilir, teşekkürünü edebilir, acısını çıkarabilir, hesabını ödeyebilirmişiz gibi. Bunu içten içe hepimiz biliyoruz aslında, hayat kısa. Ama bunu unutmadan da yaşayamıyor, yürümeye devam edemiyoruz. Yazık ki bütün hesapları da açıldığı anda kapatamıyoruz, biraz zaman geçmesi gerekiyor üzerinden. Ve her şeyin çaresi zaman, bazen çaresizliği getirip koyuyor avuçlarımıza.

Ferhat'ın Aslı'nın yanında olma biçimine bayıldım. Kendisine ihtiyaç duyduğu hiçbir anda Aslı'yı yalnız bırakmadı, aç mısın, uyumak ister misin gibi sorularla ona yaşamak, devam etmek zorunda olduğunu hatırlattı, anlattıklarını sabırla ve ilgiyle dinledi, sorularına karşılık verdi. Aslı "Kimse kalmadı" dediğinde "Ben varım, hep olacağım" demeyi de bildi. Bir de, Aslı "Çok konuştum" diye özür dileyince Ferhat, "Yoo, ben dinlemek istiyorum" dedi ve kalbimden vurdu beni de. Harikaydı.

Aslı'nın bu kadar çok konuşması, anlatması, sık sık teşekkür etmesi, özür dilemesi, aynı acıyı onlarca defa yaşamış gibi bilgece hikâyeler anlatması, hep güçlü olmaya, ayakta durmaya alışmasından ve artık en büyük desteğini yitirdiği için kontrolü hiç bırakmaması gerektiğini düşündüğündendi bence. Ama artık Ferhat var, yanında duran, hep yanında olacak olan ve her zaman ayakta durmak zorunda olmadan, acısını da dibine kadar, özgürce yaşaması için ona alan bırakan… Nitekim Aslı da gerçekten bıraktı kendini, hem bedenen hem de zihnen. Ferhat'ın kollarından yere nasıl yığıldığını gördük, peki ağzından çıkanlara da dikkat ettik mi? Bir cümlesi "Abim çok severdi yoğurtlu makarnayı" iken diğer cümlesi, "Kimse kalmadı." Biri oldukça sıradan, biri oldukça acıklı iki cümleyi arka arkaya getirebildi kendini bırakan Aslı. Çok da sahiciydi.

Ölümün karşısında her şey boş ama ölümün sonrasında söylenenler, yapılanlar boş değil. Sadece şu anda yanında olmayı becerdiği ve bunu da acısını yaşamasına izin vererek yaptığı için bile vazgeçilmez olabilir Ferhat, Aslı için. Öyle önemli bir zamanda sardı kollarını ona Ferhat.

En çok hoşuma giden detay, Aslı'nın Dilsiz'in adını bilmesiydi. Aslı biliyor, çünkü Hülya ile konuşmuşlar. Bu küçücük cümle öyle çok şey anlatıyor ki. Aslı sadece Ferhat'ın hayatına girmedi, dizideki herkesin hayatına girdi, hepsine bir iz bıraktı, bırakmaya da devam edecek. Sonsuzluğa uzanan dizi süreleri azmış gibi hâlâ şunu da görseydik bunu da görseydik diye mızmızlanıyorum ya, işte onların hepsine de cevap gibiydi "Hülya ile konuştuk" cümlesi, biz onları izlemiyorken de orada bir hayatın devam ettiğini, SBA evreninin bir yerlerde var olduğunu ve oradan bize daha çoook hikâyenin geleceğinin müjdecisiydi.

Bu bölümün mutlaka konuşulması gereken yanlarından biri, oyuncuların performansı. Dizinin zaten oldukça sağlam bir kadrosu var, bu bilgi yeni değil. Ama karakterler açıldıkça, roller büyüdükçe ve üzerine yaşanmışlıklar eklendikçe daha da keyifli oluyor izlemesi.

Namık az konuşan, aksiyona çok az dâhil olan, işi gücü konuşmak olan bir karakter. Bir de sevimsiz, sinir bozucu bir konuşma biçimi var ki, karakteri iyice itici yapıyor. Muhammet Uzuner ilk günden beri ne o ağırkanlı duruşundan ne de sevimsiz konuşmasından vazgeçmedi. Bu yüzden de Namık'a öfkem büyüdükçe oyuncuya saygım da artıyor. Bölümün hemen başında, önce Özgür'le, sonra Yiğit'le, sonra da Ferhat'la kısa kısa diyalogları oldu Namık'ın. Her birine başka bir adamı oynadı Namık ve hepsi bambaşkaydı, izlemesi çok keyifliydi.

İlk bölümlerde Yeter'i izlerken içim şişiyordu. Öyle yüksek perdeden konuşuyordu ki yoruluyordum. Zaman geçtikçe Yeter normalleşti, daha katlanılabilir ve takip edilebilir biri oldu. Özellikle son bölümlerde, Yeter'in yaşadığı kırılmalarla Arzu Gamze Kılınç'ın incelikli karakter yorumu bir araya gelince seyir zevki yüksek bir iş çıktı ortaya. Yeter'in nezarethanede anlattıkları pekala yeri göğü inleterek, büyük büyük oynayarak da anlatılabilir ve yine de seyirciyi perişan edebilirdi. Oysa derdini sakin sakin anlatan Yeter daha çok işledi içimize. Onun karşısında Deniz Celiloğlu da diyalogsuz oyunu ve gözyaşlarıyla destek oldu bu sahneye. Yeter'in anlattıklarını zaten biliyorduk ama yine de etkilendik, çünkü Yiğit'in yaşadığı sarsıntı çok ölçülü ve çok gerçekti.

Abidin, karikatür gibi bir tipti başlarda, ne karakterin böyle büyüyüp dimdik durabileceğini ne de Timur Ölkebaş'ın Abidin'i böyle sırtlanabileceğini öngörebilirdik. Ama Abidin'i tanıdıkça Ölkebaş'ı da tanıdık ve çok memnun olduk.

Suna karakteriyle Burcu Tuna da kendini ve karakterini keyifle izletenlerden. Sürekli Yiğit'e akıl verir durumda olmasına rağmen asla didaktik ve itici olmuyor, karakterin dozu öyle iyi ayarlanmış ki kendimizi Suna'ya hak verirken buluyoruz sürekli, ötelemek ya da yok saymak içimizden gelmiyor.

Selin Şekerci'nin Ayhan yorumunda da bu iyi ayarlanmış dozu görmek mümkün. Onu daha parlak, daha konuşkan, daha gösterişli karakterlerde görmeye alıştığımız için bu yeni bir tat ve kesinlikle hem kendisine, hem de dizinin kendi yatağında, sakin akışına çok yakışıyor. Bu bölümde, gerek Sevgi Hanım'la, gerekse babasıyla diyaloglarında sözleriyle değil gözleriyle neler anlattığına bizzat tanık olduk Ayhan'ın. Vurgulu intikam yeminlerinden sıkılmış, birbirini itekleyen, tartaklayan karakterlerden bıkmış durumdayız zaten. Ayhan'ın babası yaklaşmak istediğinde geri çekilişi ve derdini anlatma işini gözyaşlarına bırakışı çok daha etkiliydi bağırıp çağırmalardan.

Bana sorarsanız, Ebru'nun ölümünden sonra kadrodaki en zayıf halka Cem'di. Belki Uğur Aslan hep birbirine benzer roller tercih ettiğinden, belki de Cem karakteri bir türlü derinleşemediğinden, o alışık olduğumuz Uğur Aslan'ı bile izleyemedik 18 bölüm boyunca. Umarım bundan sonra farklı bir karakter ve yorumla çıkar seyirci karşısına.

Şikayetçi olduğum büyük oynama hali dizide en çok Handan'da var. Bu yorumun karaktere uygun olmadığını söyleyemem zira Handan, Valide Sultan rolünü biçmiş kendine, yüksek perdeden konuşup eyliyor sürekli. Ama bir süre daha böyle devam ederse karakter iyice karikatürize olacak, ondan korkuyorum. Artık onun hikâyesini de öğrenmeli ve karakterin diğer boyutlarını görmeliyiz.

Beni üzen diğer karakter de İdil. Başta akıllı, ne yaptığını bilen ve kendine çizdiği bir yol haritası olan, ona göre hareket eden bir kadın vardı ya da en azından bize hissettirdiği buydu. Ama ne zaman ki Namık seçimlerden çekildi ve İdil Namık'ın evine yerleşti, İdil de Handan'ın yanında harem raconunu öğrenmiş cariye gibi davranmaya başladı. Haliyle Ece Dizdar'ın performansı da histeri krizlerinden ibaret kaldı. Dizdar'ın yapabileceklerini bildiğimden, İdil karakterinin Namık'a yönelik planlarının olduğunu da baştan beri düşündüğümden, İdil'in ona buna laf söylemek yerine eyleme geçmesini ve hikâyesini bizimle paylaşmasını diliyorum.

Uzun uzun izleyemesek de ufak tefek sahnelerde Dilsiz'in, Hülya'nın, Vildan'ın ve Gülsüm'ün performanslarını gördük. Karakterler büyüyüp genişlerse oyuncuların bunun altından kalkabileceklerine ben ikna olmuş durumdayım. Cahit Gök'ü ise daha önce de izlediğimden, Cüneyt'ten beklentilerim daha yüksek. Sürekli sözler verip, tutamasa da dört ayak üstüne düşen biri olmaktan fazla bir şeye dönüşürse karakter, Cüneyt'i izlemek de daha keyifli olacak, kötülüklerine devam etse bile. Abidin'in ona ayar verdiği sahnede aldığım keyif de bunun işareti bence.

İbrahim Çelikkol ve Birce Akalay için şimdiye dek çok şey söyledim, tekrar etmeyeyim. Ama aralarındaki fiziksel uyumu rolleri yorumlamalarına da yansıtmaları, gereken yerde bir adım geriye çekilmeyi bilmeleri, biri yükselirken diğerinin desteklemesi gerçekten şahane. AsFer başkalarıyla bu kadar iyi, bu kadar çekici, bu kadar izlenesi olmazdı muhtemelen.

Cem'in ölümünün Ferhat ve Aslı'nın arasına girmesini beklemediğimi söylemiştim. İsteseler ayırabilirlerdi ama şükür ki yapmadılar. Cem'le ilgili olarak Ferhat, "Aslı'yı bırak" laflarını hatırladı sürekli. Bunu Cem'in vasiyeti gibi değerlendirebilir, Aslı'yı kendi karanlığından uzak tutmak için bir kez daha uzaklaşmayı deneyebilirdi. Neyse ki bu kolay yolu seçmediler. Aksine Ferhat, Cem'in ne demek istediğini çok net anlamış. Öyle ki, "Abin beni içeri atmayı değil, dışarı çıkarmayı istiyordu aslında, kardeşini sevdiği için," diyebildi Aslı'ya. Yöntemi yanlış olsa da Cem'in haklı olduğunu o da onaylamış oldu böylece.

En başa dönüp Aslı'nın Ferhat'la evlenmeyi abisini korumak için kabul ettiğini hatırlama vaktidir şimdi. Cem gitti, Aslı'yı yanında tutacak bir koz kalmadı Ferhat'ın elinde. Ama cenaze sonrası Aslı'nın midesinin bulanması tesadüf olamaz, bebek geliyor. Böylece, drama tanrısının illâ ki bir şekilde ayıracağı çiftimizin bir başka bağı daha olacak, kolay kolay kopmamak için.

Cem'in vurulması ile ölmesi arasındaki süreyi gereksiz yere uzatmadıkları için emeği geçen herkese teşekkür ederim. Bir hafta koma, bir hafta ölüm, bir hafta cenaze derken haftalarca sündürülebilirdi bu konu ve yerli dizi seyircisi buna ne yazık ki alışık. Kaçma kovalamaca olmadan, yoğun bakım odasına girmenin yirmi sekiz farklı yolu denenmeden de öldürülebiliyormuş işte bir karakter. Operasyon sırasında vurulan bir komiserin başında neden polislerin beklemediğini yine de sorabilirim, ama bu, ölümün hızlı gelmesiyle ilgili memnuniyetime halel getirmez.

Ölüm tamam, fakat cenaze sahnesinin bu kadar hızlı geçilmesi başımı döndürmedi değil. Üstelik çatışmada vurulup ölen komiser için resmi tören yapılmaması da göze battı. Aynı şekilde, karaciğere çok yakın bir yerinden vurulan Cem'i beyin ve sinir cerrahı olan Aslı'nın ameliyat etmesi de. Dizideki bütün ameliyatları Aslı yapmak zorunda mı? Palyaçonun yaptığı enjeksiyondan sonra Cem kötüleşince Aslı'nın yanına gelip onu Acil'e çağırdılar. Yoğun bakımdaki adam, kötüleşince Acil Servis'e götürülmüş olamaz, değil mi?

Son birkaç bölümde kimseyi vurmamıştı Ferhat, onun acısını çıkarırcasına boşalttı şarjörünü Rektum'u yakalayabilmek için, yine de epeyce zorlandı. Demek ki bir süre silaha dokunmayınca pratiğini kaybediyormuş Ferhat Aslan ve demek ki sandığı(mız) kadar bağımlı değilmiş. Ben bunları karanlıktan çıkışa doğru atılmış adımlar olarak görmek istiyorum artık.

Para çantasını alıp Namık'a iade ettikten ve üzerindeki yükten kurtulduktan sonra Yiğit'in geri dönüp Namık'ın cebine para koymasına BA-YIL-DIM! Arabasının lastiğini patlattığında parasını da bir kenara bırakan Yiğit, senin kendince yaptığın gösterişe pabuç bırakır mı sanmıştın Namık Bey? Ferhat Aslan'ın kardeşi, Necdet Aslan'ın oğlu o, şeklini yapmadan bitmez sahnesi. Ve bu sahneyi gülümseyerek izleyen Abidin, bizlerin sahne içindeki temsili gibiydi. Yetmezmiş gibi bir de Namık'ın yanına gidip durumu iyice vurguladı Abidin, pek güzeldi.

Ayhan'ın Azad'dan intikam almak için Yeter'i ihbar etmesini biraz yadırgamış olsam da gelinen noktadan şikayetçi değilim. Necdet'in Ferhat'ın babası olmadığının onlarca bölüm saklanmasını istemiyorum çünkü. Fakat Yeter'i nezarethanede görünce Yiğit'in aniden değişmesi tuhaf geldi. Öyle bir değişim ki, eli ayağı tutan, çok şükür sağlıklı bir kadın olan annesine çorbayı kendi elleriyle içirdi Yiğit. Peki, ama neden?

Bölüm finalini de garipsedim. Annesini öyle gözyaşlarıyla dinleyen, gerçeği öğrenince elini istemsizce ağzına götürüp dişlerini geçiren, yani duyduklarının anlatılamaz şeyler olduğunu vücut diliyle gösteren Yiğit'in hemen telefona koşup öğrendiklerini Ferhat'a anlatmasından korkacak değilim. Dolayısıyla gelecek bölümden beklentim Yiğit'in söyleyecekleri üzerinden şekillenmiyor. Cem'i öldüren ve Aslı'nın evinde dolaşan kişinin kimliği ve Ayhan'ın yapacakları merak ettiriyor gelecek bölümü.

(Bu yazı ilk olarak 26 Şubat 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: